21 Kas 2010

Kaybedilen


Dışarıda deli gibi rüzgar esiyor ve akordiyon çalan adamın güzel ezgisi, camdan içeri giriyor.

Pencereye doğru yürüdüm ve müziğin kaynağını gözlerimle aradım.
Her hafta bir kaç kez buralardan geçen, akordiyon çalan adam, birisiyle göz göze gelip, para almak hevesiyle bir yandan çalıyor, bir yandan da gözleriyle pencereleri kolaçan ediyor.

Müziğin etkisiyle çok uzaklara gittim. Akordiyonun sesi, bana bunu hep yapıyor.
Üç beş sene önce peşine takılıp, bambaşka bir ülkeye gittiğim adamı hatırladım. Giderken ne çok soru vardı, kafamda. Bir o kadar da heyecan, yüreğimde. Ama yaşadığım her aşk hikayesi gibi o da hüsranla bitmişti.

Güzel günler geçirmiştim, orada, yeni tanıdığım insanların yanında.
Her meslekten insanla arkadaşlık etmiştim. Ama kendime en yakın bulduğum kişiler ressamlar olmuştu.
Onların diğerlerine göre daha içlerine dönük, daha sakin halleri bana iyi geliyordu. Aradığım huzuru onların yanında buluyordum. Belki de benim karşıma çıkan ressamlar öyleydi, kimbilir?

Bu tanışmalarda, birlikteliklerde, canımı en çok sıkan şey, dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşünen insanların hiç susmadan konuşmalarına maruz kalmaktı. Bu yüzden, beynimi ütüleyecek bu tiplerden kendimi korumak için bulundukları ortamdan çabucak uzaklaşır, bir köşeye çekilirdim.

Sevdiğim adam neşeli, sosyal bir insandı. İnsanlarla birlikte olmayı sever, herkesle konuşacak bir şeyler bulurdu. Benim gibi köşelerde değil, başrolde olmayı severdi.
Zaten birbirimizden çok farklıydık; tarzımız, karakterlerimiz. Bizi bir arada tutan şey sadece aşktı.
O da tükenince, biz bitmiştik, işte.

O anda, beni hayata bağlayacak birisine ihtiyaç duyuyordum. O ise; dinlenecek liman aradığı bir dönemdeydi.
Denk gelmişti, ruhlarımız, eksik parçalarımız, zamanlamamız. Ben hayata bağlanmıştım, o da yorucu ilişkilerinden sonra huzura ermişti.

Beni uzaklara götüren akordiyoncunun yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığını fark edince; düşüncelerden sıyrılıp içeriye koştum ve cüzdanımdan para alıp, ona biraz önce fırından çıkardığım fındıklı kurabiyeler ile birlikte parayı, sepetle uzattım. Akordiyoncu adam şimdi daha bir şevkle çalıyordu, penceremin altında, sanki serenat yapıyordu bana "hatırla ey peri, o mes'ut geceyi"..


Pencereyi kapatıp, bilgisayarın başına geçtim. Uzun zamandır beklettiğim bir iş vardı. Elim gitmemişti bir türlü, ucunda para kazanmak olsa da; sevmediğim işi geciktirmekten, kendimi alamıyordum.

Düzenli maaş aldığım ve maddi açıdan çok rahat olduğum eski işimden de, bu yüzden ayrılmıştım.
Ailem bana hep, yapmam gerekenleri yapmayı öğretmişti. Otuz yaşına geldiğimde artık dayanamayacağımı anlamış ve yapmak istediklerimi yapmaya başlamıştım. Zorundalıkları hayatımdan çıkarmak, bir sürü beklentisi yüksek, çıkarcı, hesapçı insanın da uzaklaşmasını sağlamıştı. Onların birer birer gidişlerini, arkalarından bir sigara tüttürüp, akordiyon çalan adamı izlediğim gibi huzurla izlemiştim.

Artık, istediğim insanla görüşüyor, istediğim işleri yapıyor ve istediğim zaman çalışıyorum.
İçimde kalan bir şey yok, çünkü canım ne isterse onu yapıyorum.
Her zaman özenerek ama aynı zamanda başıma ne geleceğini bilmemekten ötürü, ürkerek baktığım o insanlardan biriyim, artık.

Peki mutlu muyum?
Buna hemen bir cevap veremem. Zaten böyle büyük sorulara cevap vermeden önce yutkunasım gelir, laf ağızdan bir kere çıkar, annemin hep dediği gibi.
İş konusunda dert ettiğim konuları hallettim ve hayatımın en önemli konusu gibi görünen bu sorun çözüldüğünde "her şey çok güzel olacak" şarkısını söylemeye devam ettim. Ama, şimdi bu şarkıyı inanarak söyleyemiyorum. Bir şey eksik sanki.

Hala eski sevgilimi özlüyorum sanmayın, kesinlikle hayır.
Ondan vazgeçeli çok oldu. Bana, artık seninle olmak istemiyorum, lütfen git buradan, dediği anda; aslında içten içe bu sonu hep beklediğimi anladım. Ağlamadım bile, neden diye de sormadım.
Aşk iki kişiliktir. Ne tek kişi doldurabilir içini ne de üç kişiye yer vardır, orada.

Toparlandım; orada edindiğim eşe dosta, kimseye bir şey söylemeden bir gün içinde Türkiye'ye geri döndüm.
Başka bir ülkeden gelir gibi değil de; iki sokak öteye, misafirliğe gitmiş gibi dönüvermiştim buraya, güzel İstanbul'a. Burası ait olduğum yerdi. Oraya hiç ait olmamıştım ki.
Ayrıldığım için neye üzülüp, neyi özleyecektim?

Sadece şu akordiyon çalan adam, içimde bir takım kırgınlıkları, sorulmamış soruları uyandırıyor. Ama onu da bir sigara yakıp, külüyle birlikte savuruyorum, rüzgarda.


Çok fazla arkadaşım kalmadı, bunun için de mutluyum.
Gel gör ki benim mutluluktan anladığım ne? Galiba bu soru aklımı karıştırıyor.

Durup, düşünüyorum...
Yapmaya çalıştığım iş için karaladığım satırların hepsini sildim ve boş boş ekrana bakmaya başladım.
Sanki ekrandan masaldaki gibi lamba cini çıkacak ve bir parmak hareketiyle beni yeniden mutlu edecek.

En son ne zaman eksiksiz mutlu olduğumu düşünmeye başladım. Çocukluk günleri geldi aklıma.
Ramazanda iftar saatine yakın, yeni pişmiş taze pidelerin kokusu geldi burnuma.
Mutluydum.
Haftalıklarımı hiç harcamadan biriktirip, 4 ay sonunda aldığım patenleri ayağımda hissettim.
Mutluydum.
Sokakta oynadıktan sonra annemin hazırladığı peynirli, maydanozlu sandviçin maydanozları dişlerime dolandı. Mutluydum.

O zaman bu kadar kolayken mutlu olmak, şimdi neyi arıyorum, ne bekliyorum?
Her isteğimi, gerçekleştirene kadar, eksikliğini kendime durmadan hatırlatıyorum.
Ona ulaştığımda ise mutlu olmak yerine, "tamam oldu, sırada dertlenecek ne var?" diye eksiklikler sarmalında dolanmaya devam ediyorum.

Bir an düşündüm; aşağıda akordiyon çalan adam, içimi sevinçle doldurmuştu. Fındıklı kurabiyelerin yanında içtiğim kahve de aynı etkiyi yaratmıştı.
Yani mutlu olmama hastalığına kapılmış değildim.

Sadece anlık mutluluklarla yetinme becerimi kaybetmiştim.


Görsel: Ahmet Coka
Müzik: Aşkın Nur Yengi - Geceler Düşman

19 yorum:

MERY DAIMON dedi ki...

:) 2 sene önce yazdığım bir yazımı anımsadım okurken. Çok şaşırtıcı.. sevdim.

Aslısın dedi ki...

Mery, blogunda varsa o yazı, adını söylersen ben de okumak isterim. Sevmene sevindim.

Onur Diribaş dedi ki...

Hayallerine ve de mutluluklarına bir adım daha yaklaştığını görmek, bunu okumak ne güzel şey.

Yine her zamanki gibi çok hoş bir yazı olmuş. Sade, akıcı, ılık bir tat bırakıyor damakta... Tıpkı pidenin kokusu, maydanozlu peynirli poğaçanın ve fındıklı kurabiyenin akılda bıraktığı tat gibi.

Ellerine, yüreğine sağlık. :)

MERY DAIMON dedi ki...

Blogum yeni :)) ama eski yazılarıma göz atıyorum şimdi :)

Aslısın dedi ki...

Onurcuğum, bu bir hayli zaman önce yazıp beklettiğim bir hikaye sadece. Ben bir yere yaklaşmış değilim yani :) Hayal ürünü, ama neden olmasın değil mi:))

Onur Diribaş dedi ki...

Heemmm... Olsun yine de çok güzel bir öykü olmuş. :)

Ve bence yapmak zorunda olduklarını bir kenara bırakıp tutkularının peşinde koşacağın o güne bir adım daha yaklaştın. :)

Aslısın dedi ki...

Mery, ben de bakındım bloguna ama arşiv gibi bir buton bulamayınca debelenip durdum. Sen yollarsın o zaman istersen eğer.

Onur, sağol :) evet bence de yaklaştım, en azından söylemiş oldum bir kez daha.

MERY DAIMON dedi ki...

Buldum buldum, paylaşıyorum... 2008 imiş tarih :D ehi!

Beyaz Piyon dedi ki...

Çok hoş bi yazı olmuş, zevkle okudum. Akordiyoncu geçen bir sokak.. Kıskandım doğrusu. Kalbinizin sesini dinleyerek yaşarsanız, mutluluğun sesini açabileceğinizi umuyorum -ki öyle yapıyor olduğunuzu düşünüyorum-. E öyleyse bırakın mutluluk kalbinizin odalarında duyulsun: "mutluluğun sesini açın" :)

Aslısın dedi ki...

Mery, tamam bakıyorum şimdi, sağol.

Mockingbird, zevkle okumanıza sevindim.
Mutluluğun sesini açmak ne kadar güzel bir ifade ve tavsiye. Teşekkürler yeniden...

Unknown dedi ki...

Herkes bir parça bulabilir bu yazıdan Ben özellikle 'Ailem bana hep, yapmam gerekenleri yapmayı öğretmişti.' bu cümleyi seçtim bu anlatılan güzel hikayenin içinden. Herhalde benim parçama en yakın gelen bu cümle. Daha önce yazdığım bir yazıyı hatırlattı, mutlu oldum hatta bir daha okumama sebep oldu o yazıyı. Herkes hayatının belirli dönemlerinde belirli yol ayrımlarına girmekte herhalde. Ayrıma girmeden sizin yaptığınız gibi ayrıntılara dikkat etmek ise can alıcı noktası. Paylaşımınız için teşekkürler.

Kaan dedi ki...

Okuyunca nedense içindeki acıyı gördüm ben, o iç acımasını... Yaşanmışlıkların sessiz çığlığı vardı satır aralarında. Sanki yazdıklarından çok yazmadıkların baskındı bu çok sesli tek perdeli koroda. Mutluluğu ararken mutlu olmak imkansızlaşıyor....

Aslısın dedi ki...

Onur K. Tesekkur ederim, detaylar, anlik mutluluklar ile yasam galiba daha guzel.

Kaan, cogu hayal, birazi da gercek bir hikaye bu. Yazamadiklarim da var elbet. Nasilsa onlar da yazilirlar bir sekilde, degil mi?

Adsız dedi ki...

Kitap olsun bunlar kitaappp!! Çok iyiler çookkk....

Ruby Edwards dedi ki...

"Çok fazla arkadaşım kalmadı, bunun için de mutluyum."
Ben de bu cümleyi seçtim, Onur K. haklı..
Zannediyordum ki böyle olacak benim için de ama gerçek tam tersiymiş..
Mutluluk ne kadar zor bir kavram değil mi?
Ama ben bu hikayeyi okurken mutluydum. her zaman yaptığım gibi "ee konu ne" diye telaşlanmadan, girişi, gelişmeyi, sonucu, anafikri çıkartmak için endişelenmeden, sonunu tahmin edeyim diye uğraşmadan, acelesiz, rahat bir nefes alır gibi okudum.. Güzel anlatım, sakin anlatım..

Aslısın dedi ki...

Syrakusa, iyilestin mi sen? Sesin iyi geliyor;)

Ruby, hepimiz bazen ayniyiz iste, tesekkur ederim guzel yorumun icin.

Adsız dedi ki...

Hala sümüklüyüm :)

Sibel dedi ki...

amanın ne güzel bir hikaye bu böyle!
3 kere okudum desem?

Aslısın dedi ki...

Syrakusa, okudum yazını, evet öyleymişsin gerçekten:)

Sibel'im, tövbe tövbe tövbe derim üç kere ben de:) Bir de çook teşekkür ederim, ne denir ki bu yoruma?